4 Ocak 2019 Cuma

Mini Hikâye - 3: Yorganın Altında


Bir deniz taşıtına o ilk defa bineceğim günü hiç unutamam. Deniz otobüsü diyorlardı. 
Henüz fizikten, Arşimet'den bir haber, yüzme bilmeyen, küçük, tombalak bir çocuktum. 
Benim için fazlasıyla gergin bir karşılaşma olacaktı bu.
Karşılaşmamızın günler öncesinden onu düşünüp durmuş; denizde ağır ağır ilerleyen gerçek bir otobüs olarak düşlemiştim hep. Bir otobüs nasıl yüzer ki?
İskelede gördüğümde işe karşıma çıkan bambaşka, otobüsten daha heybetli bu metal yığını beni hayal kırıklığı ile karışık "bir tık" daha fazla endişeye sürükledi dersem yalan olmaz. 
Ağabeyime "Peki bu hiç batar mı?" diye sorduğumda ise,
"Eğer bir yerlerde delik olursa batar tabii." cevabını alınca, Bacak kadar boyum ve aklımla başladım kurmaya... Kafamda girdaplar dört dönüyor. Otobüsü yuttu yutacak! Eyvah batıyoruz! Karanlık. Su buz gibi...
Halbuki ağabeyim, gemide bir delik olması durumunda, su alarak batacağını kastetmişti. Böyle ekstrem şeylere hiç gerek yoktu.
Hayatımızda birilerine güvenmeliyiz. Ben ağabeyime çok güvenmiştim. Deniz otobüsünde delik yoktu. Hiçbir zaman dibe battığını görmedim. Ama ağabeyimin dibe battığını gördüm.
Hakikati idrak etmem; geçen zaman, onlarca deniz yolculuğu ve bir ağabeye mâl oldu bana. 

Sonrası malum, 
Her gece kabuslarımda batan bir feribot, 
karanlık ve buz gibi suda çırpınış,
bağırmaya kalmamış takat,
kan ter içinde beden...
ve kafaya kadar çekilmiş yorgan, 

Ne diye çekilir o yorgan kafaya? 
Kimileri ana rahmine olan gurbet özleminin yansıması diye yorumlar bunu. 
Haksız da sayılmazlar hani.
O yorganın altı dünyanın en güvenli bölgesi gibi gelir insana.
Sınırlarına hiçbir kötülük, hiçbir ifrit, hiçbir korku yaklaşamaz.
Böylesi güvenli ve huzurlu bir bölge nice mültecinin hayallerini süsler sanıyorum.
İnanç çok önemlidir bu hudutlarda. Ama ne Zeus'a, ne Phoibos Apollon'a; ne Sekhmet'e, Ne Horus'a; ne Odin'e, ne de Yehova'ya uzun lafın kısası hiçbir tanrıya rastlayamazsınız. 
Hiç birinin hükmü burada geçmez çünkü.
Bu topraklarda tek bir şeye inanılır, o da umut. Her şeyin anahtarı, sığınacak yegane kapıdır. Bir şeylerden kaçıştır, çocukluktur, huzurdur.
Elbette kötü yanları da vardır bu memleketin, yazın cehennem gibi sıcaktır mesela. Boğulacak gibi olursunuz, huzursuzluk dört döner çevrenizde. Ama şunu unutmayın, inanmak bunu gerektirir.

Umut sizi inandırsın kazık kadar oldum, fakat hâlâ her gece girerim o yorganın altına.
Utanmaya lüzum yok, sebebi gün gibi ortada canım. 
Korkudan. Bal gibi korkuyorum işte...
Karanlıktan, tıkırtıdan, görünenden, görünmeyenden, kaybetmekten, unutmaktan, sevilmemekten. Yahu, her boktan korkuyorum. 
Ama en çok da neyden korkuyorum biliyor musunuz?
Umutsuzluktan. Ben umutsuz kalmak istemiyorum. Ne ölümde, ne de yaşamda...
Beni memleketime, yorganın altına gömünüz...



30 Eylül 2018 Pazar

Horlar mı?

Dışarıda felaket rüzgar var. Bir gürültü bir kıyamet ki sormayın. Islık çalıp duruyorlar penceremde. Vallahi yastığımı küstürdüler bana. Zaten aramız da limoniydi son birkaç gündür.
Kırgın yastığımla tam da aramızı düzeltmiş, bir nebze olsa da uykuya yaklaşmıştım ki, densiz bir rüzgar sertçe çarpıp penceremi açtı. Bir solukta içeri girdi.
Beni taaa odanın girişine fırlattı.
 “Bok vardı geldin! Çık dışarı.” dedim sertçe.
O ise hiç aldırmadı, masanın üzerinde duran kitaplarımı karıştırmaya koyuldu.
“Ne okuyorsun?” diye sordu.
“Seni alakadar etmez” dedim. 
“Kitap okuyan birine göre fazla kabasın” diye ukalaca cevap verdi
Elinde Homeros'tan İlyada'yı tutuyordu. Sayfaları hızlı hızlı çevirdi.
Yavaş yırtacaksın diyerek tersledim; nafile, aldırmadı bile.
“Daha önce okumuştum, biraz sıkıcıydı” demez mi…
"Homeros'un kör olduğunu biliyor muydun?" diye ekledi.
Afallamıştım…
Evet biliyorum, kitabın önsözünde yazıyordu dedim.
Başını kitaptan kaldırmadan, “Ne güzel, önsözü okumuşsun. İnsanların yarısı önsözü okumaz bile.” diye cevap verdi.
Ben de bazen okumam diyince, ıslıklı bir kahkaha patlattı. Islıklar neresinden geliyordu anlamakta güçlük çekiyordum. Bu kadar gülecek ne vardı anlamamıştım. Komik değildi, kendi çapında eğleniyordu işte...
“Artık gitsene sen” dedim.
“Allah aşkına bu gece burada kalayım, günlerdir yoldayım, takatim kalmadı” diye tutturdu.
Hayda, olacak iş değil...
Yavrum, senin başka işin yok mu Allah aşkına, haydi git yoluna. Yarın işe gideceğim erken kalkmam lazım. Kafamı bozma benim.
Beni bu saatte kapıya koyma, sabah erkenden yola çıkacağım. Benim de Avrupa'ya gitmem lazım. Bu yıl geciktim biraz.” diye diretti.
Hayret bir olay... Odamda soğuk bir rüzgarı misafir edeceğim. Görülmüş şey değil. 
Çaresiz kabul ettim. Açıkçası haline de biraz acıdım desem yalan olmaz.
Yitik bir hali vardı. Görmüş geçirmişliğin verdiği bir yitiklikti bu. Kim bilir neleri, nereleri görmüştü.
İyi madem, sen salonda uyu dedim. Kapıyı kapadım. (az önce uyu mu dedim?)
Ne saçmalamıştım ben? Rüzgar uyur muydu hiç?  
Bunlar hep yorgunluktan, bitmeyen revizelerden, en iyisi uyumak…

Dün gece ne öğrendim?

Birincisi, rüzgarlar uyurmuş efendim, bal gibi uyurmuş. Üstüne üstlük bir de horlarlarmış ki, sormayın! Sabahı zor ettim.
Uyandığımda çoktan gitmişti. Salon biraz soğuktu.
Ofise geldim, Oktay masasında oturmuş hazır noodle yiyordu. Sabahın köründe yenecek şey mi bu? Leş gibi kokmuştu ortalık…
Dün başımdan geçenleri tek kelimesini atlamadan anlattım.
Bitirdiğimde, Oktay’ın yüzünde ifadesiz bir hal vardı. Dişini karıştırıyordu:
"Rüzgarın horladığı nerede görülmüş oğlum, saçmalama.” Dedi ve ekledi “Ya sana zahmet bir tane masada fotoğrafımı çek de hikayeme atayım be…"


Beynine sıçayım senin Oktay…


12 Ağustos 2018 Pazar

Mini Hikâye-2: Dövmeler

Günaydın. Bendeniz Karaköy sahilinde oturan bir bankım. Anam babam kimdir bilmem.
Dün gece çok yağmur yağdı, ıslandım biraz. Dangalağın biri (muhtemelen bir ayyaş) sabaha karşı, üzerime işemiş, ilaveten de bir güzel kusmuş; yağmur sabahtan kalma sidik, kusmuk ve biraz da martı bokuyla vücudumda manâsız, fazla soyut bir kompozisyon oluşturmuş. Saygısız herif bir de imzasını kazımış:
"Bedo"
10 bin avro diyorum, yok mu artıran?
....
Gerginim bu aralar. Allah'ın cezası inşaat bitmedi gitti.
Komşular da uyanmış, yine  ekmek kavgasındalar.
"Gak gak" ötüyorlar tepemde.
....

Serkan geliyor. Gün bundan daha kötü başlayamazdı. Serkan'ı hiç sevmem. O da beni pek az sever sanıyorum.
Orta büyüklükteki bir şirkette genel müdür yardımcısıdır. Laf aramızda karısını aldatıyor hergele. Burada metresleriyle kaç kere ayrılıp barıştı ben saymayı bıraktım vallahi. Beni buna alet etmesi öyle tepemi attırır ki, çekip gidesim gelir buralardan.
Ama nerede güzelim. Yarenlik edecek ne kol var ne de ayak...

İşte yine dozer çalıştı.
Of, başım.
....

Az önce geçen şişko adam bana Şevket Bey'i hatırlattı.
Ondan bahsetmezsem haksızlık olur.
Ermeni Lisesinde Tarih öğretmeniydi. Şık giyinirdi, kaliteli konuşurdu. Ama ayıptır söylemesi bir ter kokardı, vaayy düşman başına... Taşı delecek cinsten yahu. Bereket, Temmuzun dördü dedin mi, kaybolurdu ortalıktan. Gölcük'te yazlığı mı ne varmış.1999 Ağustosundan sonra bir daha göremedim kendisini. Depremde, göçük altında kaldı sanıyorum. Geriye kargacık burgacık imzası kaldı bende. Atatürk'ün imzasına pek benziyordu.
Yazık oldu.

....

Her dövme aslında birer yara değil midir?
Peki neden yaralar insan kendini?
Yıllardır bunu düşünür dururum. 
Seçme şansım olsa tek bir dövme yaptırmazdım.
Benim canım pek tatlıdır.

....

Güneşin yorgun göz kapakları düşüyor.
Alacağı olsun şu akşamın. Beraberinde hüznü getirmese olmaz mı? Son Karaköy vapuruna yetişmeye calışan memur Erdem bey de geliyor. Acıyorum adamcağıza. Bütün yük onun üstünde. Öksüz üç evladına ve topal anasına bakıyor. Eyvah bu sefer vapuru kaçıracak! Oh, şükür yetişti her akşam olduğu gibi. 
Ama koşuşturmaca bitmeyecek onun için. Muhtemelen vapurdan iner inmez kasaba koşacak, utana sıkıla 200 gram kıyma ya alacak, ya alamayacak. Sonrasında aldığı bir çiğnemlik eti, anasına verecek, o da şöyle bir bakacak, köfte fazla olsun diye basacak içine bayat ekmeği. Erdem bey biliyor ki köfte hepsine yetmeyecek, o yüzden ben yedim de geldim diyecek. Odasına çekilecek. İki senedir beklediği zammı ve rahmetli eşi Gülperi'yi düşüne düşüne aç yatacak.
Kıyma ucuz olsa, Erdem bey her gün koşup, ter içinde kalmasa, bir kerecik de vapur onu beklese ne çıkar? 
Batan güneş içimde hep keşkeleri doğuruyor, belki de bu yüzden sevmiyorum akşamı.

İşte böyle şekerim. 
Günler günleri yitiriyor.
Daha ne kadar buralarda olurum bilemiyorum.
Belediye buraları hep sökecekmiş, malum seçim yaklaşıyor.


Sevgi ve hürmetle.
...

21 Şubat 2018 Çarşamba

Mini Hikaye-1: Yarım Ekmek

Hatice 1.sınıfa başlayalı henüz iki ay olmuştu ama tam olarak alışamamıştı bu duruma. Özellikle de beslenme saatleri ona kâbus gibi geliyordu. Yeme bozukluğu vardı, sürekli kusuyordu. Alışamamasınının sebebi sadece bu da değildi. Meselâ daha okulun ilk günü, doğal olarak okuma yazma bilmediğinden, birinci dersin teneffüs zili sonrası yanlışlıkla sınıfları karıştırmış, başka bir sınıfa gitmiş, bir ders saatini orada geçirmiş,  hatta parmak  bile kaldırmıştı. Diğer sınıf arkadaşları nereye kayboldu diye düşünmek aklına gelmemişti. Nereden bilecekti ki? Belki de okul böyle bir şeydi, her teneffüs zilinde başka bir sınıfa gidiliyordu. Oh ne güzeldi...
Tabi bu saf düşüncesinin yanlış olduğunu anlaması uzun sürmedi "Asıl" sınıf öğretmeni onun olduğu dersliğe geldi: "Hocam özür diliyorum,  C şubesinden sanırım benim bir öğrencim sınıfları karıştırmış, izninizle onu sınıfıma götüreyim. Hatice gel kızım." Çok utanmıştı Hatice, ama olsun o günün sonunda öğretmeni ona sarı yıldız vermişti.

Bir keresinde de ders esnasında çok sıkışmış, tuvalete gitmek için izin istemişti. Gidince de hayatında hiç alaturka tuvalet görmediğinden olsa gerek, üstüne sıçratır korkusuyla, dehşete düşmüş ve öğlen vaktine kadar tüm gayretiyle kakasını tutmuş, nihayetinde daha fazla dayanamamış, altına kaçırmıştı. Alaturka tuvalete alışması bir ay sürmüştü.


Hatice'nin bir de Önder adında sıra arkadaşı vardı, her gün beslenme saatinde yiyebilmek için yarım ekmek arası helva getiriyordu. Önder'in ailesinin durumu pek iyi değildi. Bu onun rutiniydi artık ve bundan şikayetçi de değildi. Helvayı seviyordu. "Biz fakiriz, paramız yok ama bir gün zengin olacağız. Abimler her gün inşaata çalışmaya gidiyorlar, çok para kazanıyorlar" der dururdu.

Bir gün Hatice okula geldiğinde arkadaşı Önder'i sınıfta göremedi. Bunu pek de umursamadı. Onun aklı da başka yerdeydi. Yarın tatildi ve babası onu McDonnalds'a götürecekti. Kim sevmezdi ki tatilleri?
Pazartesi günü okula geldiğinde, arkadaşı Önder'i sırasında oturmuş donuk ifadesiyle, resim çizerken buldu Hatice. Önder, kafasını yemyeşil köy resminden hiç kaldırmadan çalışmaya devam etti. Beslenme saati geldiğinde Önder çantasından tam ekmek çıkardı. Ekmek neredeyse onun boyundaydı. Hatice'nin çok garibine gitti bu. Onu tanıdı tanıyalı yarım ekmek getirirdi yanında. Belki de artık zengin olmuşlardı ve tam ekmek alacak paraları vardı! İçini bir sevinç kapladı.
Hevesle Önder'e sordu:
"Önder yoksa sonunda zengin mi oldunuz? Kocaman ekmek getirmişsin bugün!"
Hatice'nin kurduğu bu basit denklem o kadar saf, o kadar temiz ve o kadar içtenlikle ortaya atılmıştı ki... Keşke hiç büyümese, hep böyle saf ve temiz kalsaydı. Keşke Önder zengin olsaydı... Önder boyundan büyük ekmeği kemirirken birden duraksadı. Hani bir şey yerken üzüntüden lokma boğaza "Güm!" diye oturur ya, işte aynen öyle oldu. Yavrucağın gözleri sulandı. İki gündür gece gündüz ağlamaktan gözlerinde yaş kalmadığından mı; yoksa arkadaşının yanında ağlayıp küçük düşmek istemediğinden mi bilinmez, ağlamadı. Ekmeğini buruşmuş bezinin üstüne bırakıp:
"Yok zengin olmadık, abim öldü. Onun payını da ben yiyorum" dedi.
Hatice şaşkınlıktan dondu kaldı. Böyle bir şeyi hiç beklemiyordu. Altına kaçırdığı gün bile bu kadar zor durumda kalmamıştı. Önder son iki derse de kalmadı, eve gitti. Hatice ise o gün akşamı zor etti. Evde de gıkı çıkmadan oturdu. 

O gece, bir Hatice; bir de Önder'in yiyemeyip çöpe attığı yarım ekmek helva çok ağladı.



17 Aralık 2017 Pazar

Gazne'siz Mahmud

Demokritos, Pirus, Mahmud... Tarihe yön vermiş bu şahsiyetlerin ismini, sebebsiz yere buraya yazmadım. Peki, kim bu insanlar? Hangi “Mahmud” ola ki bu? Bir eksik var sanki…
Şimdi burada bir es verelim, küçük bir beyin fırtınası yapalım. Çanakkale Şehitliği’ndesiniz. Mehmet adında bir şehidin kabrini ziyaret edeceksiniz. Hangi Mehmet’i ziyaret edeceğinizi bilmiyorsanız yani onu tanımıyorsanız, orada yatan binlerce Mehmet arasında kaybolmanız gecikmeyecektir. Burada yatanların bir soyadı da yoktur, çünkü Soyadı Kanunu öncesi Osmanlı İmparatorluğu’nda herkes babasının ismi ile çağrılmaktaydı. Yani babasının adını bilmeden o Mehmeti’i tespit etmeniz çok zor olacaktır haliyle. Hatta yalnızca babasının adını bilseniz bile bu yeterli olmayacaktır. Doğduğu şehri de bilmeniz gerekecektir. Bu durumda bile kesin bir sonuç alamayabilirsiniz. Ağrı Merkez doğumlu, Satılmışoğlu Mehmet. Şimdi oldu…

Mehmet için babasının ismi ve Ağrı Merkez ne ise; Pirus için Epir, Demokritos için Abdera, Mahmud için de Gazne odur, benim gözümde. Onların zamanında kişi doğduğu yer ile bilinirdi. Biz onu “Gazneli Mahmud” diye bildik. Doğduğu kentin ismi bir gölge gibi takip etti onu. Ölümünden sonra bile bu birliktelik son bulmadı. Tıpkı Mehmet’inki gibi… Kent ile kişi arasındaki ayrılmaz bir ilişkinin en güzel örneklerindendir bu…

Bu küçük beyin fırtınasından sonra “kentli” kavramının üzerinden devam etmemiz yerinde bir hareket olacaktır. Gerçek kentli, o kentte yaşamaktan memnuniyet duyan, onu sahiplenecek bilinçte olan, ve ancak kent var oldukça kendisinin de varolacağı gerçeğini düşünendir. Bu düşüncenin göz ardı edilmesi sonucunda ise kentler; insanların yalnızca karnını doyurmak için yerleştiği, üstünde fazla düşünülmeden inşa edilmiş, kendilerine uygun olmayan evlerde barındığı, pek memnun olmasa da şartlar gereği hayatını ikame ettirdiği bir yer haline geldi. Kısacası memnuniyet, mecburiyet ile yer değiştirdi. İnsanın doğası gereği mecbur olduğu şeyleri sevmesi kolay değildir. Bu mecburiyetler sonucunda kentli olmaya çalışan göçmenin beraberinde kente taşıdığı kültürü kente entegre etmesi sürecinde, kent kültürünün de deformasyonuyla karşılaştık. Bu bağlamda kente taşınan eklektik yapılanmalar ve yeni formlar da, varolan kent kimliğinin yapısını çözen bir araç haline gelerek, kimliğin sağlıksız gelişimine aracılık etti. Küresel etkiler, büyük yer değiştirmeler, demografik değişimler kent kültürünü dönüştürürken, öte yandan kültürel mirasımızı da yok etmemizin önünü açtı.
Kısacası Mahmud’u Gazne’siz bıraktık… Peki Mahmud, Gazne’siz, Mehmet babasız olur mu?

15 Ekim 2017 Pazar

Elenmenin Tadı

Sigarayı bırakalı çok olmuştu. Dün gibi aklındaydı.
Son sigarasını 15 Mayıs 1999 akşamı, saat beşi 40, yok yok 39 gece yakmış, kalan sigaraları elinde unufak edip Karaköy vapurundan denizin köpüklü sularına savurmuştu. Bu sigarayı çok özlediği anlamına gelmiyordu elbette. Sadece aklında kalmıştı işte...Zaten İlkler ve sonların unutulduğu pek az görülmüştür.
Yakıcı güneşin altında sokakları birer birer geçti. Plajın önüne geldi. Çocukluğu burada geçmişti. Her yaz tatilinde ailecek bu şirin beldeye gelir, okullar açılana kadar kalırlardı. Öylesine seviyordu ki burayı, ilerlemiş yaşına rağmen buralardan kopmadı. Torunlarını yüzdüğü yerlerde yüzdürdü. Gençliğinde her akşam kafayı bulup, masasına kustuğu meyhanede damadı, kızı ve eşi ile birlikte sarhoş oldu. 
Sadık bir yazlıkçıydı kısaca. 
Kafede kim var kim yok diye bakındı.
Çocukluk arkadaşı Şevket oradaydı. 
Garip adamdı bu Şevket...
Yazlıkçı dostlar her seferinde olduğu gibi kucaklaştılar. Bu küçük seremoniden sonra geçen bir senenin kritiğini yaptılar. Konu torunlara oradan da akıllı telefonlara geldi. 
Refik bu konuda bayağı dertliydi: 
-Yahu bizim kız ile damat hiç güzel çocuk yetiştiremiyorlar. Ufacık çocuğun eline veriyorlar telefonu sabahtan akşama kadar. Büyük olanı da aynı bütün gün internette geziniyor. İçim acıyor vallahi o radyasyon ne zararlı... Şimdilerde anne babalara bakıyorum; çocuk yemek yemiyor, ver eline telefonu. Ağlıyor, ver eline telefonu. Biz de çocuk yetiştirdik; böyle olmaz evet.
Şevket birasından bir yudum alıp hafifçe geğirdi. Ardından söz aldı.
-Bak şimdi. Bence sıkıntı tamamen yanlış kullanımdan kaynaklanıyor. İzninle iki kelam edeceğim. Bir yudum daha aldı. 
Evvelâ çocuklar ne görse eline almak ister. Bu onların doğalarında vardır. Onun eline alabildiği şeyler ile etkileşime girmesi, dünyayı ve  kendini  tanıması için çok da gereklidir. Bizim coçukları hatırla, onlar da böyleydi ne görse elime alacağım diye tuttururlardı. Meselâ televizyon karşısında pür dikkat kesilir,  izlerlerdi. Televizyonda onları çeken şey renkler ve hareket eden nesnelerdi. Artık televizyonlardan çok akıllı telefonlar ile etkileşim halindeyiz. Geçmişte televizyon küçük bir boyutta olsaydı, inan ki kimse onu cebinden ayırmazdı.
Gelişen teknoloji ile  birlikte sekülerleşen dünyada konut sayısı da  muazzam derecede arttı. Bizim zamanımızda sokaklarda çocuklar oynayabiliyordu. Şimdilerde yeşile hasret kaldık. Sokak kültürü kalmadı çocuklarda. Bütün gün evdeler. Dikine yapılaşmadan  ötürü komşuluk da yok haliyle...
Günümüzde çalışan anne baba sayısı çok fazla. 
İş yorgunluğu, ev işleri vs. derken çocuklarla ilgilenemiyorlar, kim bilir, belki de ilgilenmek istemiyorlar. Başından savmak için çocuğun eline telefonu verirse, çocuk otomatik olarak şöyle düşünür. Ulan bu ne acayip bir şeymiş. Nereye dokunsam bir hareket var. Canlı rengarenk... Nasıl olsa çıkıp oynayabileceğim bir bahçe yok. Burada benim için oluşturulmuş muazzam bir dünya var. Dışarı çıkmama hiç gerek yok. Annem babam en doğrusunu bilir, onlar da elinden düşürmüyor. Demek ki bu şey gerekli bizim için...
Coçuk senden ne görürse onu yapar. Çocuk bağımlı hale geliyor telefona haliyle. Onu elde etmek için yalandan gözyaşı döküyor. Zamanında sürekli eline tutuşturduğun telefonu veya bilgisayarı ondan almaya kalkarsan, tamamen bu ikisinden ibaret olan dünyasını elinden almana elbette izin vermeyecektir. İş işten geçmiştir artık... Burada onu suçlayabilir misin azizim? Hangimiz sahip olduklarımızdan kolay vazgeçebilir, hele sahip olduğumuz bizim her şeyimiz  ise? 
Anne ve baba doğru kullanımı kendileri de öğrenecek, çocuklara da öğretecek. Bu sorun ancak böyle çözülür kanaatimce.
-Doğru...
-Zaten farkındaysan yeni nesil bebekler ve çocuklar teknolojiyi hiç yadırgamıyorlar. Bizim çocukluklarımız ile kıyaslamaya kalksak bizden üç kumaş ilerideler. Onlar uzun yıllardan beri devam eden bir projenin toplanmaya başlayan meyvesi. Adapte oldular yani. Gelişen teknoloji seni buna zorluyor azizim, adapte olmak zorundayız. Adapte olamayan elenir bu böyledir.
Bu devirde teknolojiyi yakalayamayan, çağın gerisinde kalan insanların durumu çok zor. 
Kas gücü, yerini düşünce gücüne; meydan savaşları, yerini düşünce savaşlarına bıraktı. Güçlü olmak için de bilmek, çok okumak, takip etmek ve araştırmak zorundayız. 
Geleceğin teknolojisi VR (visual reality) azizim. Birçok şeyi bu sistem üzerine kuracaklar. Oyunlar, filmler, hatta sosyal yaşam. Öngörülüyor ki yakın bir  gelecekte çocuklar kafalarında VR gözlükleri ile büyüyecekler. Bir simülasyonda yaşayacağız tıpkı Matrix gibi...

Refik son cümlelerden bir bok anlamadıysa da  kafasını salladı. Ama duydukları hiç de iç açıcı değildi. Refik ne zaman Şevket ile konuşsa ona imreniyordu. Bu yaşlı osuruk bu kadar şeyi nasıl bilebilirdi? Dışarıdan bakınca: Şevket, göbeğindeki pamukçukları temizlemekten başka bir işi olmayan; asalak cılız bir ihtiyar gibiydi. Osursa havaya uçardı. 
Üniversiteyi aynı sınıfta okumuşlardı. O zaman da böyleydi Şevket. Herkes alay ederdi onunla. Eşek kadar adam olmasına rağmen burnundan sümük eksik olmaz, "Adsız Çesme" diye takılırlardı ona. Garip adamdı Şevket, hâla da sümüklüydü.

Refik saatine baktı. Beşi 39 geçiyordu. Bir an daraldığını, bulantılar içinde kaldığını hissetti. Ağzının tadı, sanki geçen ömrünü ne kadar boş yaşadığından habersizmiş de,  bundan yeni haberi olmuş gibi birden bozuldu. Yaşlılığın, tükenmişliğin ve boşluğun tadıydı bu. 
Elenmenin tadıydı.
Arkadaşına döndü:
-Şevket be, canım çekti bir sigara versene ...

26 Temmuz 2017 Çarşamba

Lodosçu Murat

Tam uykuya dalacakken aniden gelen bir irkilme, zaten günlerdir hasret kaldığı uykusundan etti Muratı. Yataktan kalktı eliyle yüzünü oğuşturdu. Saatini kontrol etti, 04:45.
Neden uyumadan önce irkilir? Beyni, uzun süre hareketsiz kalınca öldüğünü düşünüp de, onu yoklamak içi mi verir bu tepkiyi ?
Bugün de uyuyamadık anasını satayım diye söylendi kendine. Son günlerde bu cümleyi çok tekrarlıyordu. Derme çatma evinin ufacık penceresinden alacakaranlıkta zar zor seçilen dalgaları seyretti. “Bakalım bugün neler getirdin bana.”
Yeni bir gün daha başlıyordu, Giyindi ve dışarı çıktı.
Lodosçu Murat diye bilinirdi çevresinde. Bazıları anarşist Murat da diyordu. Lodosçuluk yaparak para kazanıyordu Murat. Lodosçu nedir bilir misiniz ? Eski İstanbul’da deniz kıyısında dolaşarak lodosla veya diğer fırtınalarla kıyıya vuran eşyaları toplayan, sığ yerdeki kumları eleyerek para edecek şeyler arayanlara denir. Onlar ekmeğini taştan değil sudan çıkarırlar. Bu meslek unutulsa da Murat  hala bu işin neferiydi.
Ne iş yapıyorsun diye soranlar, “Lodosçuyum” dediğinde akabinde bir bok anlamamışçasına Murat’ın yüzüne bakarak “Abi lodosçu ne ya ahıahıahı” diye pis pis sırıtırlardı. O ise asla gocunmaz bıkmadan usanmadan anlatırdı.
Sahile ulaştığında hava aydınlanmaya başlamıştı. Günlerden ne olduğunu bilmiyordu. Pek de umurunda değildi zaten. Beline kadar gelen çizmeleriyle yürürken çıkan ses, dalgalarla beraber müthiş bir ahenk oluşturuyordu. Bambaşka bir hazdı bu onun için.
Az ileriden bir bağırtı duydu. Adımlarını hızlandırdı. Bir erkek çocuğu bağıra bağıra telefonla konuşuyor denize küfürler savuruyordu. Henüz ilkokula gidiyor olmalıydı. Biraz daha yaklaştı. Amacı konuşulanları duyabilmekti. Çocuk ağzından köpükler saçarak bağırıyordu.
“Bittin olum sen. Seni skecem ben rahat ol sen... Ne yanıma mı gelcen veriyorum lan adresi gel lan ! Kapat kapat !”
Genç, Murat’ı görünce irkildi. Altına sıçacaktı neredeyse.
 “Ananı S… ! Abi cin gibi çıktın karşıma bu saatte. Aklımı aldın. “
Murat hafif gülümseyerek “Senin aklını başkası almış benden önce belli. Anamı da karıştırma binerim tepene. Yaşın kaç başın kaç.”
Şokun etkisinden çıkan çocuk görünümlü adam (!)  Murat’a yaklaştı.
-Kusura bakma abi. Birden karşımda görünce aklım çıktı. Murat’a bir sigara uzattı.
 -Bu yaşta sigara mı içiyorsun? Eyvallah, içmiyorum ben. 
Çocuk sigaradan bir duman çekti. ufacık yaşına göre gayet de güzel içiyordu sigarayı. Koca bir adam gibi içiyordu. Daha henüz duman ağzındayken, hafif balgamlı bir gırtlaktan gelen boğuk bir sesle konuştu:
-Napalım abi derdimiz var ondan içiyoruz.
Hadi lan sende ! Derdi varmış… Hem sen telefondakine gel gel diyorsun niye yanlış adres veriyorsun lan godoş? Gelmeyeceğini biliyorsun tabi ondan di mi? Ulan seni…
-Abi gerçek adresi verir miyim hiç? Sker valla beni.
-Tanıyor musun bu telefondakini niye tehdit ediyor seni?
-Yok be abi nereden tanıyacam. Facebook’tan sevgilime yazmış. Ben de ona yazdım. İş büyüdü. Numaramı bulmuş ipne. İstanbul’da yaşıyor o da. Profilinden baktım. Zor bulur beni hahaha. Abi sevgilim arıyor, kusura bakma.
-Ulan nelerle uğraşıyorsunuz! Senin okulun derslerin yok mu? Haydi eyvallah.
Murat birkaç adım ilerlemişken çocuk yine telefonda küfürler savurarak konuşmaya başlamıştı bile.
Murat’ın aklına çocukluk aşkları geldi. Onların zamanında böyle miydi? Ne kadar saf, temiz ve güzeldi… Hepi topu 10-15 senede herşey nasıl bu kadar değişebilmişti ?
Onun zamanında MSN’de görüntülü konuşma vardı. Yaşadığı ülkenin en büyük derdi komşu ülke ile girdiği “Pilav bize ait, Zeybek bize ait” polemikleriydi. Aslında gençlere de pek kızamıyordu. Bu eğitim sistemi varken kim okuluyla dersleriyle uğraşacaktı ki. Daha onun zamanında eğitimden sorumlu lider vasıflı (olduğunu sanan) kişiler çıkıp “Matematik de neymiş, önce başka şeyleri öğretelim dememiş miydi?” Akabinde resim, müzik, matematik, fizik, kimya, biyoloji, felsefe dersleri yasaklanmamış mıydı? Liseyle ilgili çok güzel hayalleri varken Ortaokulu bitirdikten sonra bırakmıştı okulu. Okulu bırakmıştı ama okumayı bırakmamıştı. Bir işte girdi, kazancının yarısını kitaplara harcıyordu, bulabildiği kadar kitap alıyordu. Kitapların da bir gün satışının yasaklanmayacağını kim bilebilirdi?
Herşeye rağmen umutluydu. Güneşin her batışında içini buruk bir mutluluk kaplıyordu. Her düşüşün bir kalkışı vardı. Güzel günlerin geri geleceğine emindi. Umudunu daima canlı tutuyordu. Tıpkı yeni günde fırtınaların ve dalgaların ona güzel şeyler getireceğini beklemek gibiydi bu...

Mini Hikâye - 3: Yorganın Altında

Bir deniz taşıtına o ilk defa bineceğim günü hiç unutamam. Deniz otobüsü diyorlardı.  Henüz fizikten, Arşimet'den bir haber, yüzme b...