30 Eylül 2018 Pazar

Horlar mı?

Dışarıda felaket rüzgar var. Bir gürültü bir kıyamet ki sormayın. Islık çalıp duruyorlar penceremde. Vallahi yastığımı küstürdüler bana. Zaten aramız da limoniydi son birkaç gündür.
Kırgın yastığımla tam da aramızı düzeltmiş, bir nebze olsa da uykuya yaklaşmıştım ki, densiz bir rüzgar sertçe çarpıp penceremi açtı. Bir solukta içeri girdi.
Beni taaa odanın girişine fırlattı.
 “Bok vardı geldin! Çık dışarı.” dedim sertçe.
O ise hiç aldırmadı, masanın üzerinde duran kitaplarımı karıştırmaya koyuldu.
“Ne okuyorsun?” diye sordu.
“Seni alakadar etmez” dedim. 
“Kitap okuyan birine göre fazla kabasın” diye ukalaca cevap verdi
Elinde Homeros'tan İlyada'yı tutuyordu. Sayfaları hızlı hızlı çevirdi.
Yavaş yırtacaksın diyerek tersledim; nafile, aldırmadı bile.
“Daha önce okumuştum, biraz sıkıcıydı” demez mi…
"Homeros'un kör olduğunu biliyor muydun?" diye ekledi.
Afallamıştım…
Evet biliyorum, kitabın önsözünde yazıyordu dedim.
Başını kitaptan kaldırmadan, “Ne güzel, önsözü okumuşsun. İnsanların yarısı önsözü okumaz bile.” diye cevap verdi.
Ben de bazen okumam diyince, ıslıklı bir kahkaha patlattı. Islıklar neresinden geliyordu anlamakta güçlük çekiyordum. Bu kadar gülecek ne vardı anlamamıştım. Komik değildi, kendi çapında eğleniyordu işte...
“Artık gitsene sen” dedim.
“Allah aşkına bu gece burada kalayım, günlerdir yoldayım, takatim kalmadı” diye tutturdu.
Hayda, olacak iş değil...
Yavrum, senin başka işin yok mu Allah aşkına, haydi git yoluna. Yarın işe gideceğim erken kalkmam lazım. Kafamı bozma benim.
Beni bu saatte kapıya koyma, sabah erkenden yola çıkacağım. Benim de Avrupa'ya gitmem lazım. Bu yıl geciktim biraz.” diye diretti.
Hayret bir olay... Odamda soğuk bir rüzgarı misafir edeceğim. Görülmüş şey değil. 
Çaresiz kabul ettim. Açıkçası haline de biraz acıdım desem yalan olmaz.
Yitik bir hali vardı. Görmüş geçirmişliğin verdiği bir yitiklikti bu. Kim bilir neleri, nereleri görmüştü.
İyi madem, sen salonda uyu dedim. Kapıyı kapadım. (az önce uyu mu dedim?)
Ne saçmalamıştım ben? Rüzgar uyur muydu hiç?  
Bunlar hep yorgunluktan, bitmeyen revizelerden, en iyisi uyumak…

Dün gece ne öğrendim?

Birincisi, rüzgarlar uyurmuş efendim, bal gibi uyurmuş. Üstüne üstlük bir de horlarlarmış ki, sormayın! Sabahı zor ettim.
Uyandığımda çoktan gitmişti. Salon biraz soğuktu.
Ofise geldim, Oktay masasında oturmuş hazır noodle yiyordu. Sabahın köründe yenecek şey mi bu? Leş gibi kokmuştu ortalık…
Dün başımdan geçenleri tek kelimesini atlamadan anlattım.
Bitirdiğimde, Oktay’ın yüzünde ifadesiz bir hal vardı. Dişini karıştırıyordu:
"Rüzgarın horladığı nerede görülmüş oğlum, saçmalama.” Dedi ve ekledi “Ya sana zahmet bir tane masada fotoğrafımı çek de hikayeme atayım be…"


Beynine sıçayım senin Oktay…


12 Ağustos 2018 Pazar

Mini Hikâye-2: Dövmeler

Günaydın. Bendeniz Karaköy sahilinde oturan bir bankım. Anam babam kimdir bilmem.
Dün gece çok yağmur yağdı, ıslandım biraz. Dangalağın biri (muhtemelen bir ayyaş) sabaha karşı, üzerime işemiş, ilaveten de bir güzel kusmuş; yağmur sabahtan kalma sidik, kusmuk ve biraz da martı bokuyla vücudumda manâsız, fazla soyut bir kompozisyon oluşturmuş. Saygısız herif bir de imzasını kazımış:
"Bedo"
10 bin avro diyorum, yok mu artıran?
....
Gerginim bu aralar. Allah'ın cezası inşaat bitmedi gitti.
Komşular da uyanmış, yine  ekmek kavgasındalar.
"Gak gak" ötüyorlar tepemde.
....

Serkan geliyor. Gün bundan daha kötü başlayamazdı. Serkan'ı hiç sevmem. O da beni pek az sever sanıyorum.
Orta büyüklükteki bir şirkette genel müdür yardımcısıdır. Laf aramızda karısını aldatıyor hergele. Burada metresleriyle kaç kere ayrılıp barıştı ben saymayı bıraktım vallahi. Beni buna alet etmesi öyle tepemi attırır ki, çekip gidesim gelir buralardan.
Ama nerede güzelim. Yarenlik edecek ne kol var ne de ayak...

İşte yine dozer çalıştı.
Of, başım.
....

Az önce geçen şişko adam bana Şevket Bey'i hatırlattı.
Ondan bahsetmezsem haksızlık olur.
Ermeni Lisesinde Tarih öğretmeniydi. Şık giyinirdi, kaliteli konuşurdu. Ama ayıptır söylemesi bir ter kokardı, vaayy düşman başına... Taşı delecek cinsten yahu. Bereket, Temmuzun dördü dedin mi, kaybolurdu ortalıktan. Gölcük'te yazlığı mı ne varmış.1999 Ağustosundan sonra bir daha göremedim kendisini. Depremde, göçük altında kaldı sanıyorum. Geriye kargacık burgacık imzası kaldı bende. Atatürk'ün imzasına pek benziyordu.
Yazık oldu.

....

Her dövme aslında birer yara değil midir?
Peki neden yaralar insan kendini?
Yıllardır bunu düşünür dururum. 
Seçme şansım olsa tek bir dövme yaptırmazdım.
Benim canım pek tatlıdır.

....

Güneşin yorgun göz kapakları düşüyor.
Alacağı olsun şu akşamın. Beraberinde hüznü getirmese olmaz mı? Son Karaköy vapuruna yetişmeye calışan memur Erdem bey de geliyor. Acıyorum adamcağıza. Bütün yük onun üstünde. Öksüz üç evladına ve topal anasına bakıyor. Eyvah bu sefer vapuru kaçıracak! Oh, şükür yetişti her akşam olduğu gibi. 
Ama koşuşturmaca bitmeyecek onun için. Muhtemelen vapurdan iner inmez kasaba koşacak, utana sıkıla 200 gram kıyma ya alacak, ya alamayacak. Sonrasında aldığı bir çiğnemlik eti, anasına verecek, o da şöyle bir bakacak, köfte fazla olsun diye basacak içine bayat ekmeği. Erdem bey biliyor ki köfte hepsine yetmeyecek, o yüzden ben yedim de geldim diyecek. Odasına çekilecek. İki senedir beklediği zammı ve rahmetli eşi Gülperi'yi düşüne düşüne aç yatacak.
Kıyma ucuz olsa, Erdem bey her gün koşup, ter içinde kalmasa, bir kerecik de vapur onu beklese ne çıkar? 
Batan güneş içimde hep keşkeleri doğuruyor, belki de bu yüzden sevmiyorum akşamı.

İşte böyle şekerim. 
Günler günleri yitiriyor.
Daha ne kadar buralarda olurum bilemiyorum.
Belediye buraları hep sökecekmiş, malum seçim yaklaşıyor.


Sevgi ve hürmetle.
...

21 Şubat 2018 Çarşamba

Mini Hikaye-1: Yarım Ekmek

Hatice 1.sınıfa başlayalı henüz iki ay olmuştu ama tam olarak alışamamıştı bu duruma. Özellikle de beslenme saatleri ona kâbus gibi geliyordu. Yeme bozukluğu vardı, sürekli kusuyordu. Alışamamasınının sebebi sadece bu da değildi. Meselâ daha okulun ilk günü, doğal olarak okuma yazma bilmediğinden, birinci dersin teneffüs zili sonrası yanlışlıkla sınıfları karıştırmış, başka bir sınıfa gitmiş, bir ders saatini orada geçirmiş,  hatta parmak  bile kaldırmıştı. Diğer sınıf arkadaşları nereye kayboldu diye düşünmek aklına gelmemişti. Nereden bilecekti ki? Belki de okul böyle bir şeydi, her teneffüs zilinde başka bir sınıfa gidiliyordu. Oh ne güzeldi...
Tabi bu saf düşüncesinin yanlış olduğunu anlaması uzun sürmedi "Asıl" sınıf öğretmeni onun olduğu dersliğe geldi: "Hocam özür diliyorum,  C şubesinden sanırım benim bir öğrencim sınıfları karıştırmış, izninizle onu sınıfıma götüreyim. Hatice gel kızım." Çok utanmıştı Hatice, ama olsun o günün sonunda öğretmeni ona sarı yıldız vermişti.

Bir keresinde de ders esnasında çok sıkışmış, tuvalete gitmek için izin istemişti. Gidince de hayatında hiç alaturka tuvalet görmediğinden olsa gerek, üstüne sıçratır korkusuyla, dehşete düşmüş ve öğlen vaktine kadar tüm gayretiyle kakasını tutmuş, nihayetinde daha fazla dayanamamış, altına kaçırmıştı. Alaturka tuvalete alışması bir ay sürmüştü.


Hatice'nin bir de Önder adında sıra arkadaşı vardı, her gün beslenme saatinde yiyebilmek için yarım ekmek arası helva getiriyordu. Önder'in ailesinin durumu pek iyi değildi. Bu onun rutiniydi artık ve bundan şikayetçi de değildi. Helvayı seviyordu. "Biz fakiriz, paramız yok ama bir gün zengin olacağız. Abimler her gün inşaata çalışmaya gidiyorlar, çok para kazanıyorlar" der dururdu.

Bir gün Hatice okula geldiğinde arkadaşı Önder'i sınıfta göremedi. Bunu pek de umursamadı. Onun aklı da başka yerdeydi. Yarın tatildi ve babası onu McDonnalds'a götürecekti. Kim sevmezdi ki tatilleri?
Pazartesi günü okula geldiğinde, arkadaşı Önder'i sırasında oturmuş donuk ifadesiyle, resim çizerken buldu Hatice. Önder, kafasını yemyeşil köy resminden hiç kaldırmadan çalışmaya devam etti. Beslenme saati geldiğinde Önder çantasından tam ekmek çıkardı. Ekmek neredeyse onun boyundaydı. Hatice'nin çok garibine gitti bu. Onu tanıdı tanıyalı yarım ekmek getirirdi yanında. Belki de artık zengin olmuşlardı ve tam ekmek alacak paraları vardı! İçini bir sevinç kapladı.
Hevesle Önder'e sordu:
"Önder yoksa sonunda zengin mi oldunuz? Kocaman ekmek getirmişsin bugün!"
Hatice'nin kurduğu bu basit denklem o kadar saf, o kadar temiz ve o kadar içtenlikle ortaya atılmıştı ki... Keşke hiç büyümese, hep böyle saf ve temiz kalsaydı. Keşke Önder zengin olsaydı... Önder boyundan büyük ekmeği kemirirken birden duraksadı. Hani bir şey yerken üzüntüden lokma boğaza "Güm!" diye oturur ya, işte aynen öyle oldu. Yavrucağın gözleri sulandı. İki gündür gece gündüz ağlamaktan gözlerinde yaş kalmadığından mı; yoksa arkadaşının yanında ağlayıp küçük düşmek istemediğinden mi bilinmez, ağlamadı. Ekmeğini buruşmuş bezinin üstüne bırakıp:
"Yok zengin olmadık, abim öldü. Onun payını da ben yiyorum" dedi.
Hatice şaşkınlıktan dondu kaldı. Böyle bir şeyi hiç beklemiyordu. Altına kaçırdığı gün bile bu kadar zor durumda kalmamıştı. Önder son iki derse de kalmadı, eve gitti. Hatice ise o gün akşamı zor etti. Evde de gıkı çıkmadan oturdu. 

O gece, bir Hatice; bir de Önder'in yiyemeyip çöpe attığı yarım ekmek helva çok ağladı.



Mini Hikâye - 3: Yorganın Altında

Bir deniz taşıtına o ilk defa bineceğim günü hiç unutamam. Deniz otobüsü diyorlardı.  Henüz fizikten, Arşimet'den bir haber, yüzme b...